28 Ocak 2018 Pazar

Pazar keyfi: Kişi adı taşıyan futbol kulüpleri-1


Bir futbol kulübü kuruluşu sırasında adını büyük ölçüde bulunduğu yerleşim yerinin adından alır. Bu, akla ilk gelen yol olup o kentin insanlarını aidiyet yönünden de başarılı bir şekilde bağlar. Tabi eğer özellikle ülkemizde o yerin belediyesi bir kulüp kurmuşsa "Belediyespor" eki de ilave olur isme. Ardından müessese adları da önemli yer tutar. Demirspor, Şekerspor, PTT, DSİ ve daha birçok resmi kurum adı taşıyan amatör kulüplerde olduğu gibi. Bir de nadide isimlere sahip olan takımlar vardır. Akla ilk gelenler Gençlerbirliği ve Altay şüphesiz. Örnekler çoğaltılabilir...

Peki bir futbol kulübü adını şahıstan alıyorsa? Geçtiğimiz günlerde çok sevdiğim bir abimin önerisi ile sanatatak.com'da Koray Mithat'ın bir yazısını okudum. Zaman zaman "bunlar nasıl takım adı ya!" diye şaşırıp kaldığım o kulüplerin çoğu meğerse ismini tarihi şahsiyetlerden almış. Ben de bir derleme yapayım bari dedim ve bu güzel konuyu işlemeye karar verdim. Yazımın çıkış noktasının ve önemli yerlerinin Mithat'ın yazısı olduğunu belirterek başlayalım.

İnsan isimli futbol kulüplerinin ana vatanı Güney Amerika toprakları. Bugünkü 1. bölümde buradaki takımlara bakmayı düşündüm.

CR Vasco da Gama (Brezilya)

1898 yılında kurulan kulüp ilk aşamada kürek alanında faaliyet göstermiş. Zaten açılımı olan "Club de Regatas Vasco da Gama" adı "Vasco da Gama Kürek Kulübü" diye çevrilebilir. 1915'te futbol şubesini açan kulübün çoğunlukla Portekiz asıllı olan kurucuları ülkelerinin tarihinde önemli bir yer tutan kaşif Vasco da Gama'nın (1469-1524) adını vermişler. da Gama'nın Hindistan'a yolculuğunun 400. yıl dönümü vesilesiyle böyle bir onurlandırma yapmışlar. Siyah beyaz renklere sahip olan kulüp ambleminde de doğal olarak gemi figürü kullanıyor. Maçlarını 21.880 seyircili Estádio São Januário'da oynayan Rio kentinin takımının 4 lig ve 1 kupa şampiyonluğu mevcut. Ayrıca 1998'de Copa Libertadores'i müzesine götürmeyi de başarmıştı.

Newell's Old Boys (Arjantin)

3 Kasım 1903'te kurulan Rosario şehrinin takımı adını İngiliz öğretmen Isaac Newell'dan alıyor. Ortaya çıkış yönüyle biraz Galatasaray'a benzetebiliriz. 1853-1907 yılları arasında yaşayan Newell, 16 yaşında babası ile Arjantin'e göç etmiş. 1884'te Anglikan Arjantin Ticaret Okulu'nu kurmuş. Newell aynı zamanda sportif faaliyetlere önem veren bir eğitimci olarak başta futbol olmak üzere birçok branşın bilinmesine vesile olmuş. Hatta ülkede futbolun oynanmasına öncülük eden ilk isim olarak kabul ediliyor. 1900'de oğlu Claudio okulun yönetimini devralıyor. 1903'te ise Claudio Newell'ın öncülüğünde kulüp faaliyetlerine başlıyor. "Old boys" tabiri okulun mezunları için kullanılırmış. Takımın ilk sporcuları da Newell'in Ticaret Okulu'nun mezunları olduğu için takım Newell's Old Boys adını seçmiş kendisine. Kulüp renk olarak ise okulun ambleminde yer alan kırmızı ve siyahı seçmiş. Bu renklerin de bir öyküsü var; İngiliz Isaac Newell ve eşi Alman Anna Jockinsen'in ülkelerinin bayrak renklerinin karışımını oluşturuyor. Maçlarını bugün 42.000 seyirci kapasiteli Estadio Marcelo Bielsa'da oynayan takım 6 lig şampiyonluğu ile ülkenin hatırlı bir gücü olmayı sürdürüyor.

Club Atlético Aldosivi (Arjantin)

1911 yılında Mar del Plata şehrinin limanında çalışan işçiler boş vakitlerinde sportif faaliyetlerini yapmak için bir kulüp kurma fikri sunmuş. 1913 yılında kurulan takımın ismi inşaat firması Puerto'nun 4 ortağının soyadlarının ilk iki harfinden oluşturularak seçilmiş. (Allard, Doulfus, Sillard ve Wiriott) W harfinin telgrafta karşılığı olmaması sebebiyle V'ye çevrilmiş daha sonra. Yeşil beyaz renkleri kullanan kulüp 1979'da şehrin iki farklı kulübü ile birleşince Defensores del Puerto adını alsa da 1981'de yeniden ilk ismine dönmüş. Şu sıralar ikinci ligde mücadele eden takım maçlarını 35.354 seyircili Estadio José María Minella'da oynuyor.

O'Higgins F.C. (Şili)

1954'te kurulan O'Higgins Braden ile 1916'da kurulan América de Rancagua kulüplerinin 1955'te birleşmesi ile doğan kulüp ismini 1778-1842 yılları arasında yaşayan ve Şili'nin bağımsızlık savaşının kahramanı ve ülkenin kurucu önderlerinden sayılan Bernardo O'Higgins'den alıyor. Mavi beyaz ve yeşil beyaz renkleri ile sahalarda boy gösteren kulüp maçlarını 13.849 seyirci kapasiteli Estadio El Teniente'de oynuyor. Takım, 2014 Apertura şampiyonluğu ile şu ana dek tarihindeki tek lig zaferini elde etti.

Club Presidente Hayes (Paraguay)

1907'de kurulan takım ismini 19. ABD Başkanı Rutherford B. Hayes'ten alıyor. Dünyada ismini Amerikan başkanlarından alan başka kulüpler var mıdır bilemiyorum. 1864-1870 yılları arasında yaşanan Paraguay - Üçlü İttifak (Arjantin, Brezilya, Uruguay) Savaşı sonrasındaki barış görüşmelerine öncülük ve hakemlik etmesi sebebiyle ülkece çok sevilen bir karakter olmuş Hayes. Yaklaşık 40 yıl sonra kurulan kulüp de bu ismi seçmiş kendisine. Şu sıralar alt liglerde mücadelesine devam ediyor kırmızı beyazlı ekip. Bu arada bir ilave; Hayes'in adı Paraguay'da bir bölgeye de verilmiş.

Club Atlético Douglas Haig (Arjantin)

1918'de Buenos Aires'teki Pergamino bölgesinde çalışan İngiliz demir yolu işçileri, Müttefikler'in I. Dünya Savaşı'ndaki zaferi onuruna bir takım kurmak istemiş. İşçilerin başındaki şef Ronald Leslie ise bu isteği kabul etmiş ama bir şart koşmuş; kurulacak olan kulübe savaş sırasında görev yapmış olan Mareşal Douglas Haig'in adını vermek. İstek yerini bulmuş ve kırmızı siyahlı kulüp faaliyetlerine başlamış. Douglas Haig bu sezon 3. ligde boy gösteriyor ve maçlarını 10.000 kapasiteli Estadio Miguel Morales'te oynuyor.

Club Deportivo Godoy Cruz Antonio Tomba (Arjantin)

Kısaca Godoy Cruz olarak tanıdığımız mavi beyaz renklere sahip bu kulüp iki şahsın adını taşıyor. İlk önce 1921 yılında Arjantin'in bağımsızlık bildirgesine imza atanlardan olan Tomás Godoy Cruz'un onuruna Sportiva Godoy Cruz ismiyle kurulan kulüp, 1930'da Deportivo Bodega Antonio Tomba takımını bünyesine dahil etmesiyle bugünkü ismini aldı. Tomba ise Bodega'ya sponsor olan ve ismini veren bir kişiymiş. Maçlarını 14.000 kapasiteli Estadio Feliciano Gambarte'de oynayan takım ilk kez 2006'da en üst lige yükselmiş, bir sezonluk düşüşten sonra ise 2008'den beri Primera'daki mücadelesini kesintisiz sürdürüyor.

Colo-Colo (Şili)

Çocukluğumdan beri ismi bana en sempatik gelen takım. 1925'te Deportes Magallanes oyuncusu David Arellano'nun kulübüyle yaşadığı anlaşmazlık sonrası yanına bazı genç oyuncuları da almasıyla faaliyete başlamış. İsmini ise Kızılderili Mapuçe Kabilesi reisi Colocolo'dan almış. Anlamı "Dağ Kedisi" demek. Kulübün logosundan da bu hikayeyi anlamak mümkün esasında. Maçlarını 47.347 seyirci kapasiteli Estadio Monumental David Arellano'da oynayan takım 32 lig ve 11 kupa şampiyonluğu ile ülkenin en büyük gücü. 1991'de Copa Libertadores'i kazanıp, Kıtalararası Kupa'da da final heyecanı yaşayarak dünya çapındaki bilinirliğini iyice artırmış.

Önümüzdeki hafta ise Avrupa'dan ve yine diğer coğrafyalardan kulüplerle devam...

24 Ocak 2018 Çarşamba

Formaliteden demokrasi dersi çıktı


17 Aralık 2017'de Galatasaray'ın 2-1 kaybettiği Evkur Yeni Malatyaspor maçı şu an bakınca bir "Vaka-i Hayriye" gibi duruyor. Çünkü 4 gün sonra teknik direktör Fatih Terim oldu. Bir ayı biraz geçen bir süre sonunda da başkanlığa Mustafa Cengiz seçildi. Tevfik Fikret'in adını taşıyan salonda tam da onun ismine layık bir sonuç çıktı. Fikri, irfanı, vicdanı hür Galatasaraylılar "yaptım oldu" anlayışına geçit vermedi.

Igor Tudor ile yolların ayrılması kararını açıklayan Dursun Özbek yönetimi bununla da yetinmemiş, bir de üstüne olağanüstü seçimli genel kurul kararı almıştı. 18 Aralık'ta kararın açıklanmasıyla bir ay içinde seçime gidilecekti. Üstelik yönetimin açıklamasına göre seçilecek kişi Mayıs'a kadar değil 3 yıllığına göreve gelecekti. Literatüre şimdiden "baskın seçim" diye geçen bu karar kulübün birçok ismi tarafından eleştirildi. Üstelik çoğu kez muhalif tavırlar sergileyen kişilerin adaylığını koymaması bu seçimi adeta bir "formalite" havasına sokmak üzereydi. Özbek, Fatih Terim hamlesiyle koltuğunu sağlama alıp, bu "formaliteyi" de atlatıp yoluna devam etmek istemişti belli ki. 20 Aralık'ta adaylığını açıklayan bir isim, Mustafa Cengiz o dönem için pek de etkili bir aday olarak görülmemişti. Teknik adamlığa Terim'i getireceğini söylemesinin ertesinde Fatih Terim dillere pelesenk olan o tweet'i atınca erkenden Özbek'in zaferini ilan edenler çıkmıştı. Hatta başka "tanınır" bir aday da çıkmayınca Cengiz'in hem medya görünürlüğü azalmış hem de kazanmasına hiç ihtimal dahi verilmemeye başlanmıştı.

Seçim zamanı gelip çattığında açılan ilk sandıklardan çıkan sonuçlar da esasında Özbek'in zaferini "müjdeliyor" gibiydi. Hele ki ülkemizdeki yaygın "seçim sonuçları nasıl başlarsa öyle biter" anlayışı ile final iyice kesinleşmişti. Ancak genel kurullarda ender görülen bir hareket baş gösterdi ve 7. sandıktan itibaren Mustafa Cengiz'in "Sarı" pusulası sandıklardan birinci çıkmaya başladı. Önce fark kapandı, ardından öne geçildi. Nihayetinde 1623'e karşılık 1703 oyla galip gelen Mustafa Cengiz Galatasaray'ın 37. Başkanı seçildi. Kulüp tarihinde ilk kez aktif görevde olan bir başkan kaybetmişti. Dursun Özbek, "ben yaptım oldu, bitti" anlayışıyla Galatasaray'ın köklü demokrasi kültürünün altında kaldı ve atlatacağını sandığı bu formalitede kendi ayağına sıktı. Tevfik Fikret'in adını taşıyan salonda Fikret'in fikri, irfanı, vicdanı hür çocukları hem diğer spor kulüplerine hem de tüm kurum ve kuruluşlara iyi bir ders verdi.

Mustafa Cengiz, samimi üslubu ve net cevapları ile şu ana kadar iyi bir izlenim bıraktı. Başarılı olduğu takdirde "inan edin" kalıbıyla yeni bir akım başlatabilir, adına tişörtler hazırlanabilir. Zafer konuşmasında "14 spor dalında şahlanış" sözü vermesi ve "1450 sporcumuz var" beyanını dile getirmesi ile Galatasaray'ı yeniden bir "Spor Kulübü" anlayışına kavuşturabilir. Tabi önünde 4 ay var. Çünkü Özbek'in tersine seçimden önce kazandığı takdirde Mayıs'ta tekrar seçim sözü vermişti. Bu kısa sürede işi zor. Ekonomik anlamda gidişat yanında olur ve -ülkedeki tek kriter- "futbol takımı başarısı" da gelirse ileriki yıllar için de görevini sürdürebilir. Şu an Galatasaray'da taraftar, başkan, hoca, kadro bütünleşmesi sağlanmış durumda. Bu sihirli denklemde Mustafa Cengiz de Selahattin Beyazıt ve Ali Tanrıyar gibi "babacan başkan" misyonunu üstlenebilir.

21 Ocak 2018 Pazar

Pazar keyfi: Okyanusya yalnızlığı


Sosyal medya hesaplarımı takip edenlerin dikkatini çekmiştir belki. Biyografi kısmında "PlayStation'da Solomon Adaları'nı almışlığı olan insan..." diye bahsediyorum kendimden. Kimileri için belki gereksiz gibi gelebilir. Ancak bence bu çok önemli bir meziyet. Gerçekten düşünüyorum dünyada başka bir yerde bir konsol oyununda Solomon Adaları'nı seçen var mı diye. Bu vesileyle Okyanusya'nın yalnızlığına bir bakış...

EA Sports'un 2006 FIFA World Cup video oyunu barındırdığı çeşitlilikle bende iz bırakmış bir çalışma. Konsol oyunlarında bilinen takımları almaktan çok hoşnut olmayan birisi olarak bu artısı benim için çok önemliydi. Hele ki o yıllar ilk dönem gençliğin merakı bir başkaydı bende. Farklı diyarları görme isteği bugün de devam eden bir arzu içimde. İşte o zamanlar can dostumla söz konusu oyunu oynarken Solomon Adaları'nı keşfetmiştim. Kalecisi Severino Aefi de hala aklımdan çıkmaz. Zaten o gün bugündür Solomon Adaları'nı skor anlamında takip eder, başarılarına sevinir, yenilgilerine üzülürüm.

Ülkenin bulunduğu kıta olan Okyanusya ise hayatın birçok alanında olduğu gibi futbolda da yalnızlığa terk edilen ve oyunun nimetlerinden en az faydalanan coğrafya. FIFA'nın koyduğu play-off garabeti nedeniyle Dünya Kupası'nda bir mucize olursa varlar, çoğunlukla da yoklar. 2026 Dünya Kupası'nın 48 takıma çıkarılmış olmasıyla 1 (bir) bilet "kapmayı" başardı nihayet. Onlara layık görülen de bu ne yazık ki. Tarihte sadece 4 kez temsil edildi Kıta dünya kupalarında. 1974'te Avustralya siftahı yapan taraftı. 1982'de onları bu kez Yeni Zelanda takip etti. Ardından araya uzun yıllar girdi. 24 yıl sonra 2006 Dünya Kupası'nda Avustralya yeniden boy gösterdi ve önemli de bir iş gerçekleştirerek gruptan çıkıp Son 16'ya kalmayı başardı. 2010'da ise sıra Yeni Zelanda'daydı. Esasında hiç de fena bir performans sergilememişlerdi. Paraguay, Slovakya ve İtalya'nın yer aldığı grupta 3 beraberlikle yenilgisiz tamamladılar. 3 puanla 3. oldular ve bir anlamda üst turu kaçırdılar. Yine de 2 puanlı İtalya'nın üstünde bitirmeleri onlar için önemli bir detay olmuştu. Ha bu arada Okyanusya'nın çetin şartlarından sıkılan Avustralya 2006'nın Ocak ayında Asya Futbol Konfederasyonu'na kabul edilmiş ve terk-i diyar etmişti. Evet ülke olduğu yerde, yine Okyanusya'da duruyordu ama artık bir Asya futbol ülkesi kabul ediliyorlar. Bu gelişme ile birlikte kıtanın dev gücü ise Yeni Zelanda oldu. Öyle de sürüyor şimdilik.

Her kıtanın şampiyonuna yer vermesi sebebiyle FIFA Konfederasyonlar Kupası'nda daha çok yer alma fırsatı bulan bölge bu turnuvada haliyle daha çok görünür oldu. Avustralya ilk kez kıta temsilcisinin dahil edildiği 1997'de boy gösterdi. 8 takımın yer aldığı organizasyonda final oynayarak büyük bir iş başardı. 2001'de ise üçüncü oldular. Okyanusya temsilcisi olarak ise son kez 2005'te mücadele ettiler. Yeni Zelanda 4 kez (1999, 2003, 2009 ve 2017) ter döktü ancak hiçbirinde gruptan çıkamadı. 2013'te şüphesiz dünya futbol tarihine geçmiş olan bir olay yaşandı. Brezilya'daki Konfederasyonlar Kupası'nda Okyanusya'yı ilk kez Tahiti temsil etti. 2012 Okyanusya Uluslar Kupası'nın şampiyonu bu mütevazı ülke bir destanı taçlandırmış ve ışıltılı sahneye adım atmıştı. Nijerya'ya 6-1, İspanya'ya 10-0 ve Uruguay'a ise 8-0 kaybetseler de birçok seyircinin sempatisini kazanmışlardı. Nijerya'ya golü atan Jonathan Tehau ise adını tarihe kazımıştı ülkesi adına.

Okyanusya'nın her yıl düzenli olarak temsil edildiği tek turnuva FIFA Kulüpler Dünya Kupası. İlk olarak 2000'de gerçekleştirilen, 2005'ten itibaren ise her yıl düzenli organize edilen kupada başı çeken kulüp Yeni Zelanda temsilcisi Auckland City. Tam 9 kez yer aldılar. Son 7 yıldır Okyanusya Şampiyonlar Ligi'nde zafere ulaştıklarını düşünürsek bu sayı artacak gibi. Auckland, 2014'te üçüncü olarak büyük bir iş başarmıştı kıta adına. Şimdiye kadarki en iyi derece bu. Tabi Okyanusya temsilcilerinin turnuvaya "çeyrek final play-off'u" oynayarak başlaması çoğu kez ilk maçtan elenmelerine yol açıyor. Bu da bir başka haksızlık kıta adına. Merak edenler için turnuvada yer eden diğer kulüpleri de belirteyim: 2000'de Avustralya ekibi South Melbourne, 2005'te yine Avustralya'dan Sydney FC, 2007 ve 2008'de Yeni Zelanda takımı Waitakere United ve 2010'da Papua Yeni Gine'den Hekari United. Hekari de bir anlamda bu kupanın sürpriz yüzü olmuştu.

Son olarak Kıta için bir "z raporu" çıkaralım.
Şampiyonlar:
Okyanusya Uluslar Kupası: Yeni Zelanda (5), Avustralya (4), Tahiti (1)
Okyanusya Şampiyonlar Ligi: Auckland City (YZ) (9), Waitakere United (YZ) (2), Hekari United (PYG) (1), Avustralya'nın üye olduğu dönemden birer kez; Sydney FC, Wollongong Wolves, South Melbourne ve Adelaide City.

Ayrıca uluslararası futbol maçlarında elde edilen en farklı skor da bu kıtadan çıktı. Avustralya 2001'de Amerikan Samoası'nı 31-0 yenmişti. Bu ilginç nota değinmeden olmazdı.

Okyanusya... Adından bile bir uzaklık hissi doğuruyor insana. Okyanuslarla çevrili bilinmez coğrafya. Futbolun adaletsizliğinin son bularak buraya da hak ettiği değerin verilmesi dileğiyle...

19 Ocak 2018 Cuma

Zoraki imza


Ülkece bu kış transfer döneminde yaşadığımız ve günler süren "Arda Turan'a iş bulma stresi" nihayete erdi. Arda Medipol Başakşehir'e katıldı.

2015 yazında şaşaalı bir şekilde Atletico'dan Barcelona'ya transfer olan Arda Turan için futbola ilgi duyan çoğu kişi büyük bir gurur yaşamıştı. Çünkü "Atletico'lu Arda" gerek gösterdiği performans ve gerekse de elde ettiği önemli şampiyonluklarla takdirleri toplamıştı. Bir de üstüne dünyanın sayılı kulüplerinden birine, hem de önemli bir bonservis bedeli ile (34 milyon + "bonuslar" gibi bir miktardı) imza atması popülerliğini tavana çıkarmıştı. Öyle ki bu göz önünde olma durumu artık Arda'yı ülkenin ekonomik meseleleri üzerinde yorum yapan, referandum kampanyalarında ön safta yer tutan, basketbol all-star organizasyonuna "salça" olan ve bunu da "Ben o gün özel uçağa atlayıp dünyanın herhangi bir yerinde istediğim tatili yapıp, istediğim şekilde dinlenebilirdim." diye savunan birisine dönüştürdü. Barça forması onu bulutlara çıkarıyordu adeta. Kendisini 100 yıllık tarihimize tek başına sığdırdığı şu sözleri de hala hafızalarda: "İnsanlar sürekli ‘Her yerde Arda var’ diyor. Tabii ki ben olacağım. Yüzyıllık tarihe baksınlar. Kaç tane Arda Turan var. Fazla mütevazılık kibir göstergesidir... Ben buralardan gidince Barcelona’ya, Atletico Madrid’e kaç tane oyuncumuz gelecek göreceğiz. Hak ettiğim saygıyı görmek istiyorum." Bu sözü söyledikten sonraki takip eden 300 küsur günlük sürede sadece 1 (bir) maçta Barcelona formasını giymiş olması da dış güçlerin oyunu olsa gerek(!) 2016 ve 2017 yazlarında Milli Takım'da başrolde olduğu olaylarla en son darbeyi almış ve o "örnek" imajını dağıtmıştı. Ama doğru ya "adamlık" baki kalıyordu. Olurdu o kadar.

Arda'nın laneti Barcelona'ya imza atıp, kulübün transfer cezası nedeniyle ancak 6 ay sonra çimlere ayak basması ile başlamıştı esasında. Sadece ikinci sezonunda, Aralık 2016'da Neymar'ın eksikliğini iyi değerlendirdiği ve iki kez hat-trick yaptığı bir saman alevi dönemi vardı. Onun dışında sanki bu kulübe transferi kendisi için bir finalmiş gibi profesyonelliğine ihanet etti. Messi'nin, çalışmalardaki tembelliği nedeniyle en çok Arda'dan şikayet ettiği haberleri de çıktı hatta. Bu sezon ise yeni teknik adam Valverde'nin görevi devralması üzerine haliyle formayı unuttu. Beşiktaş'ın da adının geçtiği transfer dedikodularından sonra Arda kendisini Emre Abi'sinin, Göksel Abi'sinin takımı Rantspor'da pardon Medipol Başakşehir'de buldu.

Ben özellikle bu imzanın zoraki ve telkinlerle atıldığını düşünüyorum. 2.5 yıllık kiralık anlaşma, mevcut yarım sezon için 2, diğer sezonlar için yıllık 4 milyon avro ödeneceği belirtildi. Paranın suyunun nereden geldiği tartışmaları ayrı bir yazı konusu. Lakin kurulurken "farklı bir futbol felsefesi" iddiasıyla yola çıkan bir kulübün böyle yüklü bir kontrata kendi hür yönetim iradesi ile evet dediğini sanmıyorum. "Hatırlı yetkililer" araya girdiyse hiç şaşmamak gerek. Ya da birçok yerde dillendirildiği gibi transferin bir de Çin ayağı var. Yani Arda burada yarım sezon "ısınacak" sonra Barcelona onu "ciddi" bir bonservisle Çin'e satacak. Bunları zaman gösterecek.

Arda... 7 yıl aradan sonra yeniden Süper Lig bayırlarında top tepecek. Yani 100 yıllık tarihte birçok unutulmaz efsanenin iz bıraktığı o çimlerde...

14 Ocak 2018 Pazar

Pazar keyfi: Mahalle kurallarına dönsek ya!


Brezilyalı Coutinho'nun 120 + 40 Milyon Avro'ya Liverpool'dan Barcelona'ya transfer olması şu sıralar içinde bulunduğumuz "3 haneli bonservis girdabı"nın son örneği oldu. Peki Philippe Coutinho 160 eder mi? Etmez. Lakin şartlar onu bu noktaya getiriyor. Peki bu balon ne zaman patlayacak?

Endüstriyel futbol artık bıkkınlık getirecek bir tanımlama oldu. Ben dahil birçok futbol romantiği yazdı durdu üzerine. Gelinen noktada Avro'suna Avro katarak büyümeye devam ediyor. Bu canavara kim dur diyecek ya da ne olsa ki artık bir son bulsa bilemiyorum. Çünkü bu şatafatlı dünyayı izlemeye büyütmeye devam ediyoruz. 2013'te Bale ilk 100 milyonluk adam payesini aldığında bunun bir çılgınlığın başlangıcı olacağını çok az kişi tahmin etmişti. Bence ilk kırılma United'ın Pogba için yaptığı 105 Milyon Avro'luk ödemesinde yaşandı. Fransız oyuncunun beklentilerin çok altında kalan performansı üzerine takımlar "o zaman benim gol kralım 300 eder", "benim sağ açığım dünyada tek, 500'den aşağı vermem!" tavırlarını takınır oldular. İkinci kırılma ise geride bıraktığımız yaz Manchester City'nin iki bekine 55 ve 58 Milyon Avro ödemesi idi. Öyle ki artık kulüpler söz konusu bu iki bek Mendy ve Walker'ı örnek göstererek fiyat biçer hale geldi. Zaten mevsim Neymar'ın 222'lik bonservisi ile yine bir rekora sahne oldu ve çıta arşa yükseldi. Bugün Tottenham, yıldız golcüsü Kane için "en az 500" diyor bile. Bu gözü dönmüşlük seyirci için de gerçeklik algısının bozulmasına neden oluyor: "Acaba gerçekten veriliyor mu ki bu paralar yoksa bir göz boyama mı var? Çat diye nasıl ödüyorlar o parayı?" gibi yorumlar var mesela.

Artık bu durumun insanileşmesi şart. Dünyanın en sevdiği spor, dünya gerçeklerinden inanılmaz derecede kopuk bir hale gelirse kıyameti yakındır. Benim önerilerim var;

*FIFA'nın tanıdığı ve anlaşmalı olduğu bağımsız bir kuruluş futbolcuların bonservis bedellerini belirlesin. O değerin üstüne çıkılmasın.

*Kulüpler kadrolarına en fazla bir tane "100'lük" futbolcu katsın. (Mahalledeki "siz çok güçlü oldunuz" şiarı...)

*Maaş düzenlemeleri de benzer şekilde uygulansın.

*Yüksek düzeyde kar elde eden kulüpler dünyanın çeşitli yerlerindeki ülkelere futbol yatırımları yapsın. Gelirlerin bir nebze eşit dağılımı sağlansın.

Bu ana maddeler daha da fazla detaylandırılır. Lakin şu da gerçek ki bunlar benim şahsi ve çok iyi niyetli dileklerim. Serbest piyasa ortamında parayı veren düdüğü çalıyor. Bu düdüğün sesinin kesileceği günü bir umut bekliyorum. Bekliyorum çünkü artık gerçekten sıkıcı bir hal aldı bu durum...

10 Ocak 2018 Çarşamba

Mavi tarafta hakiki Tosun Paşa


Üzerinde günlerce konuşulan transfer gerçekleşti ve Cenk Tosun, "Türkiye'den giden en pahalı oyuncu" unvanı ile Everton'a katıldı. Kentin kırmızısı Liverpool taraftarı olarak imrendiğim bir hamle oldu bu.

Cenk'in artık gittikçe gelişen Avrupai havası ilk olarak Gaziantepspor'dan Beşiktaş'a transferinde kendisini göstermişti. Hatırlayanlar olacaktır. Beşiktaş, 2014-15 sezonunda kadrosuna dahil ettiği Tosun ile Şubat 2014'te anlaşmış, sözleşmesinin bitimine 6 aydan kısa bir süre kaldığı için de bonservis ödememişti. Normal şartlarda böyle bir imza atan futbolcu, takımında kadro dışı bırakılır ve "çürümeye" terk edilirdi. Gaziantepspor öyle yapmadı. Cenk'i oynatmaya, Cenk de son maçına kadar layığı ile terini damlatmaya devam etti. Belki kulübüne para kazandırmadı diye şu sıralar Gaziantepsporlular tarafından eleştiriliyor ama o sıra bahsettiğim bu olay Avrupa'da şaşırarak takip ettiğimiz bir gelişmeydi. Sanırım bunu da yapsa yapsa Cenk yapabilirdi.

Beşiktaş yılları ise tam bir vazgeçmeme temalı rock parçası gibiydi. Önce Ba, sonra Gomez ve en son Aboubakar ile "sabır testleri"ne tabi tutuldu Cenk. Önündeki isimler sıra sıra kulüpten giderken o, mekanın sahibi tadında görevini yapmaya, gollerini atmaya devam etti. Bu kez de Negredo'yu mu bekleyecek diye kafalarda sorular dolaştı ama öyle olmadı. İspanyol golcünün tutuk başlangıcına zıt olarak Cenk, özellikle Şampiyonlar Ligi'ndeki oyunu ve golleri ile bir numaraya yerleşti. Tosun Paşa lakabını gönüllere kazıdı. Filmin ezgisi onun gol müziği oldu Vodafone Park'ta.

Bu yarım dönemlik saltanat sonrasında Cenk yeni bir maceraya yelken açtı. Yeni bir sınav var şimdi önünde. Ancak kulüp tercihi Premier League'deki alışma evresi için ideal. Tonlarca para döküp taraftarlarına kahırdan başka bir şey sunamayan Everton'ın Cenk'e ihtiyacı var. Big Sam, Cenk'e güvenir ve ona güzel bir ortam sağlarsa takım içinde kendisini kabul ettirmesi çok uzun sürmeyecektir. Gerçekten heyecan verici bir hamle.

Cenk bu devirde zor rastlanacak harika kişiliği ile burayı çoktan hak etmişti. Daha iyilerini de hak ediyor şüphesiz. Üstelik bunu "adamlık" sergileyerek değil emek harcayarak elde etmesi gerektiğini de biliyor. Merseyside derbilerini bir Kırmızılı olarak tutkuyla izlerdim. Şimdi Mavi tarafta bizden birisini seyretmek daha güzel hissettirecek. O da bu heyecanın bir parçası olacak. İmzasını da zaten Liverpool - Everton maçı oynanırken atmıştı. Güzel bir başlangıç yani. Everton'ın sıradaki maçı 13 Ocak'ta Tottenham deplasmanında. Kalpler Wembley'de olacak.